REVOLUTİONARY ROAD- HAYALLERİN PEŞİNDE


Amerikan orta sınıf ahlak değerleriyle şekillenmiş aile yapısının örtüsünü kaldırmak ve kıymık kıymık olup o ailenin içindekilere batan yanlarını göstermek, ,Sam Mendes'in kendine kıldığı misyon olsa gerek diye başlayabilirdim, ama ııh. Sam arada başka şeyler de söyledi zira. Ama Sam Mendes, ara ara bu temalı filmler yapmayı seviyor diyelim.

Revolutionary Raod, adını taşıdığı banliyö mahallesinde, orta karar bir evde yaşayan orta karar bir ailenin hayatı üzerinden, kendi ailelerimize bakmamızı, ne kadar da benzediğimizi görmemizi, ve gördüğümüz şeyin bizi üzmesini talep ediyor bizden. Üzülmüyor da değiliz zaten. İzlerken biz de ,istediğimiz hakikaten bugün yaşadığımız mıydı diye soruyoruz bazen. Ama sonra film bitiyor, biz unutuşun güvenli limanına sığınıp yaşıyoruz falan filan...

Film kısaca şöyle tanıtılabilir:1950'lerde , her genç çift gibi büyük bir aşkı yaşadıklarına inanarak evlenen, Revolutionary Road banliyösünde bir ev tutarak günlerin onlara kattığı iki çocuklarıyla tekdüzeleşen bir hayat sürmeye başlayan, tekdüzeliğin farkına vardıklarında da, bunu kırmak için Paris'e gitme hayallerini devreye sokup tazelenmeye çalışan, ama beceremeyen ve yok olan Frank ve April Wheeler çiftinin hikayesi...


Bir çırpınışın hikayesi. Sistemin içinde olup bunun acımasızlığını fark edecek kadar duyarlı insanların nasıl yine o sistem tarafından yok edildiklerini bütün rahatsız ediciliğiyle koyuyor önümüze. Ama sopa göstermiyor. Başınıza bunlar gelir, sakın ha, cısss demiyor. Yüreklendirmiyor da, koyuyor sadece bombayı kucağımıza. Düşün düşün, nedir işin bilirsiniz zaten ondan sonra.

Bu yazıya eklenecek detaylardan ilki, filmde altı çizilen yuvayı dişi kuş yapar meselesi. Bu tekdüzeliği kırmaya çalışanın April olması. Bu da gayet anlaşılır bir durum, çünkü bu sistemin hiçleşmesini gerekli kıldığı taraf, kadın. Bu nedenle silkinmeye çalışıp ailesini kurtarmaktan ziyade, kendisini kurtaracak bir yol aramaya çalışan da o.

Sonra ,hayallerini paylaştıkları herkesin rahatsız olması da önemli bir nokta filme derinlik katması açısından. Hele Wheeler'lar komşularına gitme planlarından bahsettiklerinde, kadının ağlaması detayı beni bitirdi. Bu kadar güzel anlatılır çaresizliğine ağlaması bir insanın. Bu kadar özetle anlatılabilir o insanlar için sürdükleri o yaşamın bir mahkumiyet olduğu ve kaçmak isteyenler kaçarlarsa, kaçabilirlerse, mahkumiyetin daha da dayanılmaz hale geleceği. Oyun sürmelidir oysa. Hepimiz rahatsız ve mutsuzsak, bu doğal ve olması gereken demek ki. O zaman sürmeli gitmeli bu hayat, oyunbozanlar sevilmez.

Nitekim gitmeleri ile ilgili en yüreklendirici karakter de zaten, köyün delisi, evsahiplerinin akıl hastası oğulları John'dur. Kayıt düşülmesi gereken şu cümleyle onlar için en çok sevinen, onları takdir edendir John: 'Pek çok insan, boşluğa düşer, ama umutsuzluğu görmek cesaret isteyen bir şeydir.' ...Nitekim gidemeyeceklerini anladıklarında diğer herkesin mutlu olmasına karşın, John çıldırır.

Büyük hayallerin kırıklığı da büyük, hatta trajik olur ve devrimin hayali bile kendi çocuklarını yer.

Belki gitmelilerdi Paris'e ve asıl o zaman finalde April'in ağzından Kavafis dökülmeliydi;

yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
bu şehir arkandan gelecektir.
sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
başka bir şey umma-
ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.


Neyse, diğer film yazılarından daha dağınık oldu bu filmin yazısı, belki o da beni dağıttığı içindir.


Efendim, kimler var bu filmde yazalım bir bir onu da:

Frank Wheeler rolünde, Leonardo DiCaprio ; April Wheeler rolünde, Kate Winslet ; Hoş bir Sürpriz olarak, evsahipleri rolünde, Kathy Bates; Ve onun akıl hastası oğlu rolünde , Michael Shannon; .

Titanic filminde kim onları sevgili yaptı bilmiyorum? Ama filme kendimi kaptırmamın önüne her zaman engel olan bir abla kardeş görüntüsü vermiş olan, Kate Winslet ve Leonardo Di Caprio, bu sefer çift olarak o kadar da itici ve gerçeklikten uzak görünmedi bana. Leonardo'ya yıllar biraz daha erkeksi hatlar kattığından olsa gerek, yoksa Kate her zaman kadındı.

Sam Mendes'e Amerikan Güzeli ile Oscar'ı hak gören oscarcı abiler ve ablalar, bir kere verdik o izni, yerden yere vurdun tamam, artık ailemize laf söyletmeyiz diye mi düşündüler ne, bu film bu yıl oscar ödüllerinde yok sayıldı. Aday olduğu üç dal var, ama yönetmen ya da başrol oyuncuları değil. Kendi adıma, Reader'daki roldense, bu filmdeki rolü ile Kate Winslet'ı aday göstermeyi daha mantıklı bulurdum.

Ve filmin tanıtım videosu da budur diyorum efendim:

2 yorum:

  Pitekantropus

15 Nisan 2009 22:21

O John karakterine hasta olmuştum.Bir de banliyö hayatlarını anlatan filmler moda oldu biraz da sanki Sam Mendes'den sonra.

  depo

16 Nisan 2009 00:16

o john karakteri zaten oyuncu olarak tek oscar'a aday gösterilendi değil mi? michael shannon çok çok çok başarılı o kısacık rolde. mendes'ten sonra dediğin oldu diyorsan sana inanırım mirim:) ben kate'in bir banliyö filmini daha beğenmiştim ' little children' o da tokat filmlerdendi...