CHANGELING - SAHTEKAR


2008 yılının konuşulan filmlerinden biri de, yönetmenlik işinde de beğendiğim,unutulmaz 'iyi' abi, Clint Eastwood'un, Changeling' filmiydi.

'Changeling'kavramı, mitolojik bir kavrammış ve perilerin, bazılarına göre elf'lerin yeni doğmuş insan bebeklerini alıp
, yerlerine kendi bebeklerini koyması söylencesini anlatırmış. Changeling ile ilgili olarak bu bilgiye ulaşınca,filmin adını çok sevdim. Filmin öyküsüne de hani nasıl desem, cuk oturmuş.( Hay allahım, argodan başka bir şey bulamadım iyi mi?)


Film, 1928 yılı, Los Angeles'ında, telefon santral memuresi Christine Collins ve oğlu Walter'ın hikayesi üzerine kurgulanmış. Bekar ve çalışan bir anne olan Christine, bir gün işe gider ve döndüğünde hayatının trajedisiyle başbaşa kalır; oğlu kayıptır.
Polis tarafından çok yoğun bir arama çalışması başlatılır,ama bu çabalar uzun bir süre sonuçsuz kalır. Kamuoyuna yansıyan olay, polis teşkilatı üzerinde baskı oluşturur .Birdenbire anneye, oğlunun bulunduğu haberi ulaşır. Walter olduğunu iddia eden çocuk ve onun Walter olması gerektiğine, çünkü olayın kendileri adına başarı hanesine yazılması gerektiğine karar veren polis teşkilatı mutludur. Ama anne, çocuğu gördüğü anda bilmiştir; bu çocuk Walter değildir.

Bundan sonrası annenin inatçı ısrarı ile polisin şiddete varan ısrarının savaşıdır. Araya giren, politik hesaplaşmasını annenin tarafını tutarak yeni bir mecra üzerinden sürüdüren kamuoyu lideri bir aktivist hikayesi ve filmin gelişiminde karşımıza çıkacak olan seri katil öyküsüyle film açım açım açılır. 140 dakika açılır üstelik. Anlayacağınız, seyretmesi vakit isteyen bir filmdir Changeling.

Clint Eastwood, gerçek bir olayın azıcık da kurgusallaştırılmış tabii ki, öyküsünü sinemaya aktarmış. Bir sürü film çıkabilecek bir öyküden, tek bir film çıkarmış. Siyasi çekişmeler üzerine , seri katil hikayesi üzerine, dönemin polis teşkilatının nasıl azmanlaştığı ve azgınlaşığı üzerine ve bir de işte, filmin de ana konusu olan, çocuğunu arayan anne üzerine ayrı ayrı filmler de çıkarmış gibime geldi izleyip bitirdikten sonra. Aslında belki de , hikaye içinde bu kadar çok katman olunca, bazı katmanlar derinleşememiş gibi de geldi. Mesela seri katil olayı birden beliriyor, birden sonuçlanıyor; kamuoyu lideri aktivistimiz -ki John Malkovich'tir kendisi- etrafında gelişen siyasi çekişmeler, hikayenin kıyıcığında bir yerde kalakalmış falan filan...

Ama, buna rağmen, dönemin ve olayın tüm kötücüllüğünü üzerimize bırakıveriyor filmin genel atmosferi. Kendi adıma, pek çok anda nefesimi tuttum, tırnaklarımı kemirdim, başımı, ensemi ovdum sakinleşeyim diye...

Filmin mekanları, kostümleri, bir dönem filmi olduğunun bilincinde ve ustaca hazırlanmış . 1920'lerde yaşamışlığım yok elbet, ama bir sürü dönem filmi izledim sonuçta. Bir de böylesi filmler gösterildikten sonra, yok Ortaçağ'da tepeden uçak geçmiş, yok kılıçlı adamın kolunda swatch saat varmış türü yazılar dolanır ya; bu filme dair böyle bir malzemeye rastlamadım yazılanlar, çizilenler arasında:). Kkendi adıma tek rahatsız olduğum nokta, Jolie'nin her daim bakımlı, makyajlı oluşuydu. Bu Jolie'nin kanunları arasında var sanırım. Clint bile kıramamış gibi geldi Angelina'nın kurallarını.

Filmi beğendim ben. Ağır bir film. Bir dram sonuçta, ama gerilim kulvarına da kayıyor ve gerebiliyor insanı. Yönetmenin adını yazdık. Oyuncuları da şöyle bir listeleyelim derli toplu:

Christine Collins, malumunuz,Angelina Jolie ; annenin destekçisi aktivist rolünde, filmde çok güzel konuştuğunu düşündüğüm, sesinin tınısını çok sevdiğim , John Malkovich;filmin görece iyi polisi, Michael Kelly; filmin acaip kötü polisi, Jeffrey Donovan; seri katilimiz, Jason Butler Harner.


ve işte filmin fragmanı; izleyin bence. Derli toplu, ilginç bir film Changeling.




"Changeling" Trailer
Yükleyen luciantheman - Classic TV and last night's shows, online.

REVOLUTİONARY ROAD- HAYALLERİN PEŞİNDE


Amerikan orta sınıf ahlak değerleriyle şekillenmiş aile yapısının örtüsünü kaldırmak ve kıymık kıymık olup o ailenin içindekilere batan yanlarını göstermek, ,Sam Mendes'in kendine kıldığı misyon olsa gerek diye başlayabilirdim, ama ııh. Sam arada başka şeyler de söyledi zira. Ama Sam Mendes, ara ara bu temalı filmler yapmayı seviyor diyelim.

Revolutionary Raod, adını taşıdığı banliyö mahallesinde, orta karar bir evde yaşayan orta karar bir ailenin hayatı üzerinden, kendi ailelerimize bakmamızı, ne kadar da benzediğimizi görmemizi, ve gördüğümüz şeyin bizi üzmesini talep ediyor bizden. Üzülmüyor da değiliz zaten. İzlerken biz de ,istediğimiz hakikaten bugün yaşadığımız mıydı diye soruyoruz bazen. Ama sonra film bitiyor, biz unutuşun güvenli limanına sığınıp yaşıyoruz falan filan...

Film kısaca şöyle tanıtılabilir:1950'lerde , her genç çift gibi büyük bir aşkı yaşadıklarına inanarak evlenen, Revolutionary Road banliyösünde bir ev tutarak günlerin onlara kattığı iki çocuklarıyla tekdüzeleşen bir hayat sürmeye başlayan, tekdüzeliğin farkına vardıklarında da, bunu kırmak için Paris'e gitme hayallerini devreye sokup tazelenmeye çalışan, ama beceremeyen ve yok olan Frank ve April Wheeler çiftinin hikayesi...


Bir çırpınışın hikayesi. Sistemin içinde olup bunun acımasızlığını fark edecek kadar duyarlı insanların nasıl yine o sistem tarafından yok edildiklerini bütün rahatsız ediciliğiyle koyuyor önümüze. Ama sopa göstermiyor. Başınıza bunlar gelir, sakın ha, cısss demiyor. Yüreklendirmiyor da, koyuyor sadece bombayı kucağımıza. Düşün düşün, nedir işin bilirsiniz zaten ondan sonra.

Bu yazıya eklenecek detaylardan ilki, filmde altı çizilen yuvayı dişi kuş yapar meselesi. Bu tekdüzeliği kırmaya çalışanın April olması. Bu da gayet anlaşılır bir durum, çünkü bu sistemin hiçleşmesini gerekli kıldığı taraf, kadın. Bu nedenle silkinmeye çalışıp ailesini kurtarmaktan ziyade, kendisini kurtaracak bir yol aramaya çalışan da o.

Sonra ,hayallerini paylaştıkları herkesin rahatsız olması da önemli bir nokta filme derinlik katması açısından. Hele Wheeler'lar komşularına gitme planlarından bahsettiklerinde, kadının ağlaması detayı beni bitirdi. Bu kadar güzel anlatılır çaresizliğine ağlaması bir insanın. Bu kadar özetle anlatılabilir o insanlar için sürdükleri o yaşamın bir mahkumiyet olduğu ve kaçmak isteyenler kaçarlarsa, kaçabilirlerse, mahkumiyetin daha da dayanılmaz hale geleceği. Oyun sürmelidir oysa. Hepimiz rahatsız ve mutsuzsak, bu doğal ve olması gereken demek ki. O zaman sürmeli gitmeli bu hayat, oyunbozanlar sevilmez.

Nitekim gitmeleri ile ilgili en yüreklendirici karakter de zaten, köyün delisi, evsahiplerinin akıl hastası oğulları John'dur. Kayıt düşülmesi gereken şu cümleyle onlar için en çok sevinen, onları takdir edendir John: 'Pek çok insan, boşluğa düşer, ama umutsuzluğu görmek cesaret isteyen bir şeydir.' ...Nitekim gidemeyeceklerini anladıklarında diğer herkesin mutlu olmasına karşın, John çıldırır.

Büyük hayallerin kırıklığı da büyük, hatta trajik olur ve devrimin hayali bile kendi çocuklarını yer.

Belki gitmelilerdi Paris'e ve asıl o zaman finalde April'in ağzından Kavafis dökülmeliydi;

yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
bu şehir arkandan gelecektir.
sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
başka bir şey umma-
ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.


Neyse, diğer film yazılarından daha dağınık oldu bu filmin yazısı, belki o da beni dağıttığı içindir.


Efendim, kimler var bu filmde yazalım bir bir onu da:

Frank Wheeler rolünde, Leonardo DiCaprio ; April Wheeler rolünde, Kate Winslet ; Hoş bir Sürpriz olarak, evsahipleri rolünde, Kathy Bates; Ve onun akıl hastası oğlu rolünde , Michael Shannon; .

Titanic filminde kim onları sevgili yaptı bilmiyorum? Ama filme kendimi kaptırmamın önüne her zaman engel olan bir abla kardeş görüntüsü vermiş olan, Kate Winslet ve Leonardo Di Caprio, bu sefer çift olarak o kadar da itici ve gerçeklikten uzak görünmedi bana. Leonardo'ya yıllar biraz daha erkeksi hatlar kattığından olsa gerek, yoksa Kate her zaman kadındı.

Sam Mendes'e Amerikan Güzeli ile Oscar'ı hak gören oscarcı abiler ve ablalar, bir kere verdik o izni, yerden yere vurdun tamam, artık ailemize laf söyletmeyiz diye mi düşündüler ne, bu film bu yıl oscar ödüllerinde yok sayıldı. Aday olduğu üç dal var, ama yönetmen ya da başrol oyuncuları değil. Kendi adıma, Reader'daki roldense, bu filmdeki rolü ile Kate Winslet'ı aday göstermeyi daha mantıklı bulurdum.

Ve filmin tanıtım videosu da budur diyorum efendim:

THE VISITOR




oscar adayları açıklandıktan sonra, bir heves aday olan filmlerin ya da aday gösterilen oyuncuların filmlerinin peşine düştüm bu yıl. Bu arayış içinde yolum,The Visitor'a ; sade, iddiasızlığıyla iddialı - evet, sonunda bu klişe cümle ile de yolum kesişti ya... bilemeyeceğim artık- eli yüzü düzgün bir biçimde derdini anlatmaya çabalayan bu filme düştü. 2007 yılı yapımı bir Thomas McCarthy filmi, The Visitor.

Orta yaşlarını aşmış, mesleği olan üniversite profesörlüğüne, öğrencilerine , meslektaşlarına, belki en çok yaşama olan hevesini yitirmiş,ölen karısının tutkusu olan piyano çalmaya kendini adamış, ama o konuda da başarılı olamayan bir adamın, Walter Vale'in çevresinde gelişen bir göçmen öyküsü filmin konusu. Bu kez kameranın odaklandığı göçmen grubumuz afrikalılar ya da latinler değil, müslüman doğulular. 11 Eylül sonrası en popüler grup onlar tabii ki.
Profesörümüz hiç istekli olmasa da, NewYork'da bir konferansa katılmak zorundadır. Newyork'a, bir zamanlar karısı ile yaşadığı apartman dairesine ulaştığında, evinde yabancı bir çift bulur; Suriyeli Tareek ve Senegalli Zainab. Bu kaçak çift, boş olduğu söylenen daireyi kiraladıklarını iddia etmektedir. Yine de, kaçak olmalarının getirdiği tedirginlikle, çok da ısrar etmeden daireden çıkacaklarını söylerler. Ancak, herkese kapılarını kapamak üzere olan Walter, kalan küçücük aralıktan bu çifti hayatına davet eder.Ancak, bu çiftle birlikte Walter'ın hayatı tanımadığı başka bir dünyaya taşınır.
İzlememiş olanların keyfini kaçırmamak için özeti burada kesmek gerek. Ancak, bıraktığım yerin devamında sizi eli yüzü düzgün bir hikaye , sakin ve tutarlı oyunculuklar ve güzel bir film bekliyor emin olun. Filmin akışında, bu saydığım karakterlerin yanına bir de Tareek'ın annesi Moona'nın ekleneceğini ve Walter'daki değişimi hızlandıracağını da söyleyeyim ek olarak, o kadar.

Oyuncular, Walter Vale rolünde, bu rolüyle bu yılın en iyi erkek oyuncu oscar'ına aday gösterilen Richard Jenkins ; Tareek rolünde Haaz Sleiman,; Tareek'ın annesi Mouna rolünde Hiam Abbass; Zainab rolünde de, Danai Jekesai Gurira .


Filmi izlerken, özellikle Richard Jenkins ve Haaz Slaeiman o kadar tanıdıktılar ki, ama bir türlü nerede izlediğimi çıkaramıyordum ikisini de. Sonra baktım kim olduklarına. Özellikle Jenkins, orada burada denk geldiğim bir sürü TV yapımında irili ufaklı pek çok rol almış. En yakın zamanda izlediğim filmi de, Burn After Reading'miş. Ne ilginç... Vardır ama öyle oyuncular. Rol aldıkları yapımlarda rolleri olurlar, ama merak etmezsin kimdir bu adam diye. Onlar sanki film kişisidirler sadece. İşte Richard Jenkins,bence bunca emeğinin karşılığını bu filmdeki rolüyle aldığı övgüler,ödüller ve adaylıklarla taçlandırmış gibi geldi. Oscar gecesi de, onu öven Adrien Brody'nin karşısında o kadar heyecanlı ve gururlanmış görünüyordu ki, ailemden biri gibi hissettim onu ve ödülü almasını istedim o an. Naif bir istekti benimki, evet, ama istedim işte. Çok sakin ve olgun bir oyunculuk sergileyerek hakediyor bence övgüyü de, ödülü de, adaylığı da bu rolüyle.
Tareek'da 11 Eylül sonrası pek çok suç dizisinde, mesela '24', ' NCIS' gibi dizilerde ortadoğulu rollerinden kalmış aklımda meğer.

Sonuçta, demem odur ki, The visitor, hakkında hiçbir şey bilmeden açıp seyrettiğim, sürpriz bir şekilde çok beğendiğim bir film oldu benim için. bir bakın isterseniz.

IN THE MOOD FOR LOVE - AŞK ZAMANI


Anlatılan aşk...
Sinemada defalarca ele alınmış bir konu.
Bu film de bir aşk filmi işte,ama anlatan Wong Kar Wai , deyip bu filmi tanıtmayı burada kesebilirim de aslında.
Yeter bence.
Ama yine de egomu konuşturup utanmadan kendi cümlelerimle anlatmaya çalışacağım bu güzel, etkileyici, kırık, buruk aşk filmini.

2000 yılı yapımı, orjinal adı Fa yeung nin wa, olan ,'İn the Mood For Love' filmi, bizde de ' Aşk Zamanı ' ismiyle gösterilmiş.

Konusu, kısaca şöyle anlatılabilir: Zaman 1960'lardır. Mekan, Hong- Kong...Bir tür apartman-pansiyon sayabileceğimiz bir binaya, kısa zaman aralıklarıyla taşınan Bay Chow ve Bayan Chan eşleri sık sık seyahatte olan iki yalnız, güzel insandır. Bu yalnızlık onları bir araya getirir. Bu arada işte , film boyunca izleyicinin kalıbını basacağı, ama karakterlerin ağzından kesin bir şekilde dökülen kelimelerle asla somutlaşmayan, en sonunda da bir duvardaki deliğe fısıldanıp üzeri kapatılan bir sır olarak aşk, başrol oyuncusu olarak sahneye çıkar.
Bu kadar, gerçekten bu kadar.
Ama bir başrol oyuncusu olarak aşk, film boyunca tüm ödülleri toplayacak kadar güzeldir.
Yağan yağmurda, film boyunca bir ritüele dönüşen muhteşem keman ezgisinde yürüyen iki insanın yanyana, ama dokunmasız birlikteliğinde, duvardaki saatte, salınan sigara dumanında, her yerde, aşkın somutlaşmış sahne alışlarını izleriz.

Aşk bazen tüm diğer rolleri çalar. Bu filmde olduğu gibi...
Zerafet, sadakat, erdem...Aşkın bu hallere nasıl da yakıştığı. Aşkın zaten böyle olduğu üzerine bir film de diyebiliriz.

Başrollerde, Bayan Chan olarak Maggie Cheung ve Bay Chow olarak Tony Leung Chiu Wai 'ı izliyoruz, ikisi de çok güzeller ve başarılılar. Beni çok etkileyen müzik konusunda araştırma yaparken de bir sürprizle karşılaştım. Filmin müziklerini düzenleyen Michael Galasso, iki başarılı Türk filminin de müziklerini düzenlemiş: Biri Derviş Zaim'in Çamur' u, diğeri de, Yeşim Ustaoğlu'nun çok çok beğendiğim Bulutları Beklerken'i. İlginç oldu bununla karşılaşmam kendi adıma, yazayım dedim.


Film ,Slowmotion görüntülerle ve çok etkili müzik kullanımıyla da duyguyu pekiştiriyor, adeta kendi aşık hallerimizde yaşadığımız iç kabarmasından patlamaya varacağını sandığımız bir coşma hali yaratıyor insanda.


Az diyalog, bol görüntülü bir film. Ama ne görüntü? Mekan, kostüm, ışık kullanımı tüm diğer yukarıda yazdığım aşk atmosferini sonuna kadar destekleyen bir başarıyla kullanılıyor filmde. Ve tabii yönetmenin o görüntüyü aktarırken kullandığı kendi sinema dili. Çok da haddimi aşmadan şu gördüğümü aktarmak istiyorum buraya. Wong Kar Wai, görüntüsünü çerçevelemeyi seviyor . Her görüntü bir çerçevede değil midir? demeyin. Gerçekten dikdörtgen çerçeveler var filmde. Bir kolona sırtını vermiş kadının arkadan yarı görüntüsü ve onun önünde duran adamın yarı görüntüsüyle çekilmiş bir fotoğrafı arkalarındaki dikdörtgen kapıyla çerçevelemiş mesela; aynadan görünen odayı,odadaki yatağı, yataktaki kadını, aynanın dikdörtgen çerçevesini vurgulayarak çerçevelemiş ya da. Dikdörtgen... Dikdörtgen çerçeveler içinde sunuyor gördüklerini ve görmemizi istediklerini sanki.



Bir de, bu bir his sadece, bir seziş belki, ama nedense bu filmi izlerken şu fikir oluştu: Sanki Çağan Irmak Wong Kar Wai'in anlatım dilini seviyor gibi.
Belki vintage ortam, belki slowmotionların kullanımı, belki kamera kullanımı, belki müziğin kullanımı, ne bileyim? Bunu ifade edecek kavram donanımım yok. Ama bu izlenim oluştu bende .

Bir de küçük bir not daha. Wong Kar Wai, daha sonra bu filmin devamı niteliğinde olan '2046' filmini çekmiş. Onu da izledim, ama nedense bu filmin yarattığı duyguyu yaratmadı bende. Belki bir daha izlemek gerekir o filmi de hakkınca değerlendirebilmek için.

Neyse, filmimiz yazdıklarımdan da anlaşıldığı üzere benden tam puan almış bir filmdir. Gözatmak isterseniz de, şöyledir;

DAS LEBEN DER ANDEREN - BAŞKALARININ HAYATI



Gencecik bir Alman Yönetmen ,Florian Henckel von Donnersmarck 'ın ,En İyi Yabancı Film Oscar'ını da almış olan filmi 'Das Leben der Anderen ', bir önceki yazının konusu olan film gibi, devletin gündelik hayatın her yönüne karışabilme hakkını bulduğu bir coğrafyanın insan hallerine odaklanmış bir film.


Bireylerin tüm etkinliklerini kayıt altına alarak onları denetleyeceğine inanan totaliter Doğu Almanya'nın Güvenlik Örgütü Stasi'de, yüzbaşı olan Gerd Wiesler, devletine, onun için yaptığı gözetleme, dinleme, fişleme işlerinin gerekliliğine ve fişlenen insanların zaten devletin bekaasına bir tehdit oluşturduğuna , bu nedenle yaptığı işin doğru ve gerekli bir iş olduğuna iman etmiş bir ajandır. İşinin gereğini yerine getirmek için özel hayat kurmaktan bile vaz geçmiş, arada hissettiği sevilme, şefkat gibi gereksinimlerini de soğuk otellerde birlikte olduğu fahişelerle gidermeyi seçmiş yalnız bir adamdır Wiesler. O nedenle onu izlerken kızmaz, ' ah be adam ya' hayıflanmasıyla acırsınız çoğu zaman. Bu başarılı Ajan(!), dönemin kültür bakanı tarafından gayet özel nedenlerle, ülkenin belki de en suya sabuna dokunmayan entelektüelini, oyun yazarı Georg Dreyman 'ı gözetleyip, dinleyip fişlemesi için görevlendirilir. Sorgulamadan bu görevi kabul eder Wiesler. Bu andan sonra biz izleyiciler, karmaşık duygular arasında salınarak iki önemli karakterin, Wiesler ve Dreyman'ın dramatik değişimlerini soluk soluğa izlemeye başlarız. Dreyman'ın ılıman yapısının keskinleşmesine,Wiesler'ın keskin yapısının ılımaya başlamasına tanıklık ederiz.

Orwell'in hepimizin kulağını çekip ayağınızı denk alın demek için yazdığı '1984' yapıtı, devletin dinleyerek, gözleyerek, hatta anılarının bile ne olması gerektiğini kendisi seçerek bireyin yaşamına nasıl da dalabildiğini ve bunun sonuçlarını anlatan bir kara ütopyadır değil mi? 1984 yılının Doğu Almanya'sında başlayan bu film de , sanki Orwel'e ' Sakin ol dostum; insan varsa, umut da vardır.' diyerek göz kırpıyor.

Film bittiğinde, 'işte bu kardeşim ' diyor insan. 'Hangi soğuk rejim insan sıcaklığının sıcağına dayanabilir?'.

Aslında hani insan şunu da düşünmüyor değil; ne bileyim, genç yönetmenimizin Oscar adına Amerika'nın soğuk savaş dönemi düşmanlarından Doğu Almanya'yı karalayıp ödülü garantileme çabası mıdır acep bu film? Yani filmin samimiyetine inanma meselesine bir an takılıp kalıyor insan. Ama en azından 'Hayat Güzeldir'deki, kahraman Amerikan askerlerinin küçük çocuğu tankla kurtardığı son sahne gibi bir yalakalık da yok bu filmde. O nedenle , samimi geliyor film. Ayrıca, her birey gibi, ülkesini seven de yeren de bir birey olma hakkını yönetmenimize de tanımak gerekir. Filmindeki, çok da suyunu çıkarmadan,ülkesinin geçmişindeki kötülüklerle hesaplaşma tarzını sevdim açıkçası.

Bir de, filmin kapanış sahnesinin beni benden aldığını, sırf bu dramatik kurgu için bile bu filmin izlenmesi gerektiğini not etmek istiyorum.

İzleyin, sonra konuşuruz:)

Filmin çok başarılı oyuncu kadrosu ise şöyle: Ajan Wiesler rolünde, Kevin Spacey'e acaip benzettiğim Ulrich Mühe ; Dreyman rolünde, Sebastian Koch ; Dreyman'ın sevgilisi Christa-Maria Sieland rolünde, Martina Gedeck.

Bu güzel insanların oynadığı filme bir göz atmak isterseniz de, buyrun efendim;

4 LUNİ, 3 SAPTAMİNİ Sİ 2 ZİLE - 4 AY 3 HAFTA 2 GÜN




Yönetmenliğini, romen Cristian Mungiu 'nun yaptığı, 2007 yılı yapımı Altın Palmiye ödüllü bir film 4 Ay 3 Hafta 2 Gün. Üstelik tek ödülü de bu değil. Bol ödüllü bir film.

Bazen bir filmi izlemeye başlarken kabaca konusunu bilirsiniz, ama sizi nasıl silkeleyip sarsacağını bilmediğiniz için film izleme deneyiminiz tam bir kabusa dönüşür.Bunu şunun için söylüyorum, bugünkü aklım olsa bu filmi yalnız başıma izlemezdim.
Bu yazdıklarım bir korku filmine yazılabilecek giriş cümleleri olabilirdi belki, ama değil Ve fakat, hayat bazen korkunç.

Konusunu özetlemek gerekirse, şunlar kalmış aklımda:

Gabita hamiledir, çocuğu doğurmak istememektedir. 'Eeee, gider aldırır o zaman' deriz değil mi? Diyemeyiz. Çünkü zaman Komünist rejimin hüküm sürdüğü 8o'ler, mekansa Romanya'dır ve kürtaj yasaktır. İşte film, Üniversite öğrencisi iki genç kızın yaşadıklarıyla baskıcı rejimin insan hayatının ne kadar içine girebileceği tartışmasını açıyor ekranda. Biz izleyenler de bize anlatılan olaylarla filmin ana ekseninde duran bu soruya, ' Kadınsa söz konusu olan, bedenine kadar girer' cevabını veriyoruz. Hoş bu coğrafyalarda zaten bildiğimiz bir olgu olduğundan, şaşırmadan ve bir kez daha doğrulanmış olmanın iç sıkıntısıyla veriyoruz bu cevabı.

Sade , düz bir analatımı var yönetmenin. Abartılı hiçbir diyalog yok; abartılı oyunculuklar, abartılı kasvetli mekanlar yok. Film boyunca hep bir şeyler olacak, bir şeyler ters gidecek, daha da kötüsü olacak, kesin şimdi ölecek, kesin şimdi yakalanacak beklentilerine girsek de, olandan daha kötü hiçbir şey olmuyor filmde. Film bitince anlıyor insan,'Daha ne olsun?'; Olan zaten yeterince kötü.

Baskıcı, yasakçı ortamın soğuk yüzü filmde kimi uzun uzun, kimi kısacık bir an görünen karakterlerle somutlaşıyor. Bazen bir otelin resepsiyonisti olarak görüyoruz rejimi, bazen de kürtajı yapan doktor olarak. Ah, en çok da o doktor olarak. Vlad Ivanov , o kadar gerçek bir nefret edilesi Doktor Bebe karakteri yaratıyor ki, nefret etsek de karakterden, oyuncuya buradan bir saygı göndermek gerekiyor . 'Gücün ve iktidarın kimde olduğunun önemi yok, ele geçireni bozar.' diyor bu karakterle bize yönetmen. Tabii belki de bunu şimdi ben diyorum.

Biraz üstte de yazdığım gibi abartılı hiçbir şey yok filmde. Konu kürtaj, ama kan yok; hatta müzik yok filmde. Tabii bu tarz ilk değil, ama ayrıntı, yönetmenin tercihi, kayıt düşmek lazım. Zaten bu filmde ortamın sesleri gerilimin müziği oluyor yeterince. Issız taş yapılarda yankılanan ayak sesleri,karanlık sahnelere eşlik eden nefes sesleri, en çok da sistemin sonuna gelişini de simgelediğini düşündüğüm cızırdayan,tekleyen, bozuk floresan lamba sesi. En çok da bu ses sinirimi bozdu, zaten floresan lambayı da hiç sevmem. Bana hep devleti çağrıştırır.


Neyse , Oyuncu kadrosunda Otilia karakterinde, Anamaria Marinca; Gabita karakterinde, Laura Vasiliu ; ve Doktor Bebe karakterinde, biraz önce de yazdığım Vlad Ivanov var.

Bir de not, bu film, yönetmenin 'Altın Çağ ' olarak adlandırdığı üçleme tasarısının da ilk ayağı imiş. Kendi adıma, diğer ikisini de merakla bekliyorum.

Bu da fragman diyemiyoruz bu sefer, tüm video, müzik paylaşım sitelerimiz bir bir yasaklanıyor buralarda zira. Eğer açılırsa, dönüp bu filmin fragmanını da yüklemek boynumun borcu olsun. AYRICA, BASKICI REJİMLERİN ÇÜRÜMÜŞLÜĞÜ DİYORDUK DEĞİL Mİ? Bu filme denk gelmesi ne de hoş oldu...

not: pitekantropus; sayesinde sözümü tutabiliyorum:) buyrun efendim fragmanını;

SWEENEY TODD: The Demon Barber of Fleet Street




Beetle Juice , Edward Scissorhands, Charlie and the Chocolate Factory, The Nightmare Before Christmas, Corpse Bride, Mars Attacks; kimini yazdığı yönettiği, kiminin yapımcısı olduğu bu güzel filmlerin içindeki sinema adamı Tim Burton 'ın 1997 yılı yapımı müzikal filmi Sweeney Todd .

Müzikleri ve şarkı sözleri Stephen Sondheim 'a ait, 1979 yapımı aynı adlı müzikalin sinema uyarlaması.

Sweeney Todd bir intikam filmi.Sıradan, ama mutlu bir hayat sürerken, hayatı birdenbire tepetaklak olan Johnny Depp- filmimizde Benjamin Barker- , güzel karısına göz koyduğu için uydurma bir suçla kendisini hapishaneye gönderen Yargıç Turpin'den ve Turpin'e bu düzmece suçu planlamada ortaklık eden yargıç yardımcısı Beadle Bamford’dan intikam almak için eskiden evi ve berber dükkanının bulunduğu Fleet Sokağına döner. Ama O artık Sweeney Todd'dur. Dükkanı, Londra'nın en kötü turtalarını yapan ve eskiden Sweeney'e aşık olan, ama Sweeney'nin bundan haberdar olmadığı Turtacı Bayan Lovett'ın pastanesi olmuştur. Bayan Lovett ona karısının öldüğünü, kızının da Turpin'i babası bilerek büyüdüğünü anlatır. Duyduklarıyla iyice bilenen intikam hırsı, Sweeney'i kafasını her kızdıranı öldürdüğü Fleet Sokağı'nın şeytan berberine dönüştürür.

Şimdi böyle kısa bir özet olarak yazmaya çalışınca pek çok detay atlanıyor tabii. Bir de , açık açık anlatmayayım da izlemeden buraya uğrayanların hevesini söndürmeyeyim istiyorum açıkçası. Ama bir yandan da, 'Herkes izlemiştir canım.' duygusu beslemiyor değilim.

Filmin kısaca anlattığım özeti aslında filmin başlarında kafa karışıklığı ve soru işaretlerine yer bırakmayacak şekilde anlatılıyor zaten. Gerisi, Sweeney'in asıl amacına ulaşmak için planladığı olayların örülmesiyle açımlanıyor. Ve insanı gerçekten gerebiliyor. Hatta diyebilirim ki, görüntüler müzikal dediğimiz türün ruhuna uyuşmayacak bir biçimde rahatsız edebiliyor. Hani ne bileyim, bir 'singing in the raiiiin' ya da bir iki yazı önce değindiğim ' mammaaa miaaaa' tadında eğlenceli bir müzikal izlemiyoruz bu filmde.

Turtacı Çılgın Bayan Lovett'ı Helena Bonham Carter , Yargıç Turpin'i Alan Rickman, Yargıcın yardakçı ve yardımcısını da, Timothy Spall canlandırıyor. Ki bizler bu üçlüyü Harry Potter serisinde de aynı projenin içerisinde izlemiştik. Keza Bonham Carter ve Johnny Depp ikilisi de Tim Burton'ın diğer bazı işlerinde yanyana gelmiş oyuncular. Oyuncular açısından filmin bana yaptığı sürpriz ise, izlerken kusasım gelen 'Borat' filminin başrol oyuncusu, Sacha Baron Cohen 'i İtalyan berber Pirelli karakterini başarılı bir şekilde canlandırırken görmek oldu. Demek ki ne yapmayacakmışız? Bir oyuncuyu tek bir performansıyla ipe göndermeyecekmişiz.



Filmin oyuncuları ve konusunun dışında kaydını düşmem gereken bir yönü de görüntülerin ve mekanlarla, renklerle yaratılan atmosferin büyüleyici etkisi olmalı. Belki bir de kostümleri çok başarılı bulduğum notunu da düşmeliyim.
Tim Burton, çok başarılı mekanlar tasarlayarak, animasyon olmayan bu filmini de masalsı bir filme dönüştürmeyi başarmış. Filmin gotik atmosferi, öykünün trajik, dramatik boyutunu ve kahramanın şeytani eylemlerini hissettirmek noktasında son derece destekleyici. Güneşin hiç görünmediği filmde, sadece kısacık bir an, Benjamin Barker'ın güzeller güzeli karısıyla kendisini geçmiş güzel günlerinde hatırladığı sahnelerde güneşi sıcacık hissediyor insan. Bunun dışında, içinize kasvet bastıracak kadar karanlık bir mekan kullanımı söz konusu. Atmosferin baskın tek rengi kırmızı...Hem de bazen kıpkırmızı.

Bunun dışında ne diyebilirim? Aslında ne ilginç, müzikal bir film olmasına rağmen, şarkıları o kadar da başarılı bulmadım açıkçası. Filmin içinde çok da sırıtmıyor müzik, sözler ve oyuncuların şarkı söyleme performansı, ama çok da etkilemiyor. Filmin kendisini müziğinden ayrı tutmak çok acemice bir yorum olmazsa, bunu görüyorum neden olarak. Ben filmi beğendim, müzikli olmasa da beğenirdim sanırım.

Bir de Sweeney Todd karakterinde Johnny Depp bir rock star gibi görünüyor.Çarpıcı bir şeytan berber olmuş. Gözlerinden fışkıran nefreti şimdi yazarken bile duyumsuyorum da, tüylerim diken diken oluyor.
Bir de tabii ki, buyrun efendim;